Sitemizde aramak istediğiniz konuyu

Vefa ve Eski İstanbul

Vefa Semtinin İsim Babası Vefa Hazretleri ve Menkıbeler


Vefa Semtine isim babası olan Muhteşem Allah Dostu Şeyh Ebul Vefa Hazretleri ya da tam adıyla Konyalı Muslihiddin Mustafa Vefâ Konevî ( Allah c.c Ondan razı olsun )
İstanbul’daki meşhûr velîlerden.
İsmi Mustafa bin Ahmed, lakabı Muslihuddîn’dir. Şeyh Vefâ, Ebü’l-Vefâ, İbn-ül-Vefâ da denir. Konya’da doğdu.
Doğum târihi bilinmemektedir. 1490 (H.896) târihinde İstanbul’da vefât etti. İsmi verilen Vefâ semtinde kendi adıyla anılan câminin sol tarafına defnedildi.
Sonradan kabr-i şerîfi üzerine yeşil kubbeli bir türbe yapıldı.
Vefâ Konevî hazretleri, ilk tahsîlini yaptıktan sonra, Edirne’de Debbaglar Câmii imâmı Şeyh Muslihuddîn’e talebe oldu. Bir müddet bu hocasından ilim öğrenip feyz aldı. Sonra hocasının tavsiyesi üzerine evliyânın büyüklerinden Abdüllatîf-i Kudsî hazretlerinin sohbetlerinde bulundu. Hem din, hem de fen ilimlerinde mütehassıs olarak yetişti. Tasavvuf ilminde ve hâllerinde de yetişip yükseldi.


Esaretten Kurtarıldı
Şeyh Vefâ hazretleri, bir ara hacca gitmişti. Hacdan deniz yolu ile dönerken, yolda Hristiyan korsanları tarafından gemisi yağma edilip, kendisi de esir edildi. Rodos Adasına götürülüp hapsedildi. Zamanının gözü pek kahramanlarından Kahramanoğlu İbrahim Bey tarafından, esir alanlara para verilmek suretiyle esaretten kurtarıldı. Hürriyetine kavuştu .İstanbul’a dönüşlerinde, şimdi kendi ismi ile anılan “Vefa” semtine yerleşti. Vefatına kadar burada yaşadı. İnsanlara doğru yolu göstermek, dinimizin emir ve yasaklarını bildirmek ile meşgul oldu.
Sözleri gâyet beliğ ve açık olup, dinleyenlerin kolaylıkla anlayabileceği şekildeydi. Çok ibâdet ettiğinden, sohbetine gelenleri, ancak belli vakitlerde kabûl ederdi. Sohbetleri pek tatlı olup herkesin onu dinlemek ve yüzünü görmek için âşık olduğu bir zâttı. Sözleri hikmetli ve nükteli idi. Din husûsunda hiç tâviz vermezdi. Bu hususta titiz ve celâlli idi. Dünyâya düşkün olanlara iltifât etmez, dervişlerle, dünyâya düşkün olmayanlar ile sohbet etmeyi severdi. Zamânının meşhûr kimseleri kapısına gelir, sohbetine kavuşmak için kabûl etmesini beklerdi.


Fatih Sultan Mehmed Han Kapısından Geri Döndü
Bir defâsında, Fâtih Sultan Mehmed Han kapısına kadar geldiği hâlde onunla görüşmemiştir. O da üzülerek, geri dönüp gitmiştir. Onunla görüşmemesinden dolayı kendisi de üzülmüş, hattâ gözlerinden iki damla gözyaşı yanaklarına inmiştir. Yanında bulunanlar; “Efendim neden pâdişâhı kabûl etmediniz? Hem siz buna üzüldünüz, hem de o üzüldü.” dediler. Ebü’l-Vefâ hazretleri, gözünden akan iki damla gözyaşını eliyle silerek; “Doğru söylersiniz. Ama inanıyorum ki, benim ona olan sevgim ve onun bana olan ihtiyâcı, bize asıl vazifemizi unutturacak kadar fazladır. Dostluğumuz, sohbetimiz, birçok vatandaşın işinin yarım kalmasına sebeb olacak. Sonunda dayanamayıp pâdişâhlığı bırakmak isteyecek. Şimdi anladınız mı? Sultânı niçin kabûl etmediğimi?” buyurdu.
Sultan İkinci Bâyezîd-i Velî, Ebü’l-Vefâ hazretlerini çok sever ve üstün tutardı. Kızını evlendirirken, nikâhı teberrüken Vefâ hazretlerinin yapmasını ve onun huzûrunda olmasını istedi. Vefâ hazretlerine kırk bin akçe göndererek durumu arzetmişti. Fakat Vefâ hazretleri bu hediyeyi kabûl etmedi ve; “Muhyiddîn Konevî Efendi vardır. Fakirdir, bu parayı ona verirsiniz. Bereketli bir zâttır. Onu getiriniz, bu işi o yapsın.” buyurdu. Bunun üzerine o zâtı getirip, nikâhı kıydırdılar.
Bir bahar günü, Vefâ hazretlerine; mevsim güzel, hava çok hoş. Allah’ın rahmet eserlerini görmeniz için dışarı çıkmanızı istirhâm ederiz dediklerinde; “Bugün müsâade edin. Akşam, her zaman yediğimden bir lokma daha fazla yiyeyim de, dışarı çıkacak kuvvetim olsun.” buyurdu.


Kendisine, şehrimize, şu kadar ağırlıktaki taşı kaldıran ve şu kadar ağır yük taşıyan birisi geldi dediklerinde; “Abdest ibriğini taşımak, ondan zordur.” buyurdu. Bu ne doğru ve ne güzel bir cevaptır. Çünkü, ağır taşı kaldırma ve ağır yük taşımada nefsin hazzı vardır. Bunun için nefse kolay gelir. Abdest ibriğini taşımakta ise, nefse muhâlefet vardır. Bunun için nefse daha zor ve daha ağır gelir.
Ebü’l-Vefâ hazretleri astronomi ve astroloji ilimlerine vâkıftı. Çok talebe yetiştirdi. Güzel halleriyle meşhûr oldu.
Sultan İkinci Bâyezîd-i Velî, Ebü’l-Vefâ hazretlerini çok severdi. İlminin, yaşayışının hayrânı idi. Bu sebepten vefât ettiği zaman cenâze namazında bulundu. Hattâ o esnâda, kefenini açıp, yüzüne bakarak, eskiden beri olan hasret ateşini bir parça gidermek istedi. Kefenini açıp baktıklarında,Ebü’l-Vefâ hazretleri yüzünü sağ eliyle kapatmıştı.”


Ebü’l-Vefâ hazretlerinin türbesinin duâ edilen penceresinde şu beyitler yazılıdır:
Muktedây’ı ehl-i mânâ, Muslihuddîn Ebü’l-Vefâ Uyûn-ı uşşâka hâk-i merkadidir Tûtiyâ
Mânâsı:
(Muslihuddîn Ebü’l-Vefâ, mânâ ehlinin, evliyânın uyduğu kimsedir. Mezarının toprağı, âşıkların gözlerine sürmedir.)
Ebü’l-Vefâ hazretleri adına Konya’da bir câmi, İstanbul’da ise câmi, medrese, hamam, dergâh, halvethâne ve türbe inşâ edilmiştir.

Vefa Hazretleri Türbesine Nasıl Gidilir
Kabri şerifi Vefa semtindedir. Aksaray tarafından gelirken taksime doğru Bozdoğan su kemerini geçtikten sonra hemen ilk sola dönülür.(Şehir tiyatrosunun arası) 200 m kadar yürüdükten sola sapılır. Biraz İleride sol tarafta Şeyh Efendi nin camii ve kabri şerifi görülecektir.

Şeyh Vefâ hazretlerinin eserleri şunlardır:
1) Makâm-ı Sülûk: Tasavvuf ile ilgili olup, Türkçe ve üç yüz doksan altı beyitlik manzûm bir eserdir. Tasavvufî, ahlâkî mevzûları şiir yoluyla anlatmıştır. Bu eseri, edebiyât ve şiir bakımından da kıymetlidir.
2) Şâz-ı İrfân: Türkçe ve manzûm bir eserdir.
3) Evrâd-ı Vefâ: Beş yüz elli altı sahife civarında olup, nesir bir eserdir.
4) Rûznâme-i Vefâ: Bu eseri,Defterdar Ali Çelebi tarafından Miftâh-ı Rûznâme adıyla şerhedilmiştir. Bunlardan başka eserleri de olduğu kaydedilmiştir.

Vefa hazretlerinden Bir Şiir
Şeyh Vefâ hazretlerinin bir şiiri şöyledir:
Evvel tevhîdi zikret, Sonra cürmünü fikret.
Var yoluna doğru git. Derviş olayım dersen.
Bir zât-ı kâmil ara, Gezme tozma âvâra.
Tamam sıra bu sıra, Derviş olayım dersen.
Gaflet ile çalışma, Çok gezmeye alışma.
Kem sözlere karışma, Derviş olayım dersen.
Rüyâna yalan katma, Elden söz alıp satma
Cellad önüne yatma. Derviş olayım dersen.
Her sözde inâd etme, Her mezbelede bitme
Sapa yollardan gitme, Derviş olayım dersen.
Dostunda kusur görme, Ak yüze kara sürme.
Başına çorap örme, Derviş olayım dersen.
Hayrın bir ise binle, Vakt-i seherde inle.
Pend-i Vefâ’yı dinle, Derviş olayım dersen.



FARKLI KAYNAKTAN ŞEYH VEFA HAZRETLERİ...
Asıl adı Mustafa, lakabı Musliheddin'dir. 'Ebu'l-VEFA', 'İbn-i VEFA','şeyh VEFA', ve 'Vefa-zade' gibi değişik adlarla anılmaktadır.
Konya'da dünyaya gelen şeyh Vefa hazretlerinin doğum tarihi bilinmemektedir. Babasının adı Ahmed Sadri'dir. Zeyniyye tarikatına mensup olup Sultan II. Mehmed han (Fatih) ve sultan II. Bayezid-ı Veli devri şeyhlerindendir.
Şeyh ebu'l-Vefa konevi hazretlerinin tasavvuf yoluna girmesi 'Debbağlar imamı' diye meşhur olan Şeyh Musliheddin halifeye bağlanmak sureti ile gerçekleşmiştir. Bu Allah dostunun hizmetinde ne kadar kaldığı bilinmeyen şeyh Vefa'nın, daha sonra bizzat şeyhinin izni ve işareti ile Şeyh Abdüllatif Kudsi hazretlerine intisab etmiştir. Daha sonra Şeyh Vefa irşad için izin aldıktan sonra ilk olarak o tarihte Karamanoğulları'nın idaresinde bulunan memleketi Konya'ya giderek burada faaliyet göstermiştir.Karamanoğulları İbrahim bey , Şeyh Ebu'l-Vefa için meramda bir Cami ve Hankah (tekke) inşa ettirmiştir. Buraya başta şeyh Vefa olmak üzere yakınları ve müridleri tarafından vakıflar tayin edilmiştir.Şeyh Ebu'l-Vefa daha sonra Konya'dan İstanbul'a gelmiştir.Ancak hangi tarihte gittiği kesin olarak bilinmemektedir.Hac görevini ifa etmek amacı ile Konya'dan Antalya'ya geçerek buradan bir gemiye binerek Mısır'a doğru yola koyulmuştur. Bindikleri gemi Rodos korsanları tarafından yakalanmış içindekilerle birlikte esir edilmiştir. Bu arada Şeyh Vefa Hazretleri hiçbir harekette bulunmamış ve kaderine rıza göstererek kız kardeşi ile birlikte esirlere katılmıştır. Büyük Allah dostunun esir düştüğünü haber alan Karaman Emiri İbrahim bey Rodos'a adam göndermiş ve fidye vererek Şeyh Vefa hazretleri ve kız kardeşini esaretten kurtarmıştır... Bu olaydan sonra İstanbul'a dönen Şeyh Vefa Hazretleri halkı irşad ve ibadet ile meşgul olmuştur. Ebu'l-Vefa Hazretleri, Fatih Sultan Mehmet zamanında İstanbul'a gelmiş ve padişahın büyük yardım ve desteğini görmüştür. Sultan Mehmet Han onun için daha sonra adına nispetle 'VEFA' diye anılacak olan semte bir cami ve çifte hamam inşa ettirmiştir... Zühd ve takvası, te'sirli vaazları ve irşad yolundaki başarıları sayesinde kısa zamanda namı her tarafa yayılmıştır. Musiki usul ve makamlarına göre tertiplediği ilahiler pek meşhurdur. Dış görünüşü ile çok sert ve celalli olmasına karşılık, sohbetlerinde de o nispette sakin ve yumuşak hareket ederdi. Dünyaya ve dünya nimetlerine itibar etmemiş Allah'a tevekkül etmiş, hoş hal ve olgunluk sahibi bir mürşid-i kamil idi. Ömrünün son yıllarında münzevi bir hayat yaşamayı tercih etmiştir. Kolay kolay dışarıya çıkmaz. Ziyarete gelenleri de büyüklerden dahi olsa istemezse kabul etmezdi. Büyük kimselerden ziyade fakir ve fukara ile konuşmaktan zevk alırdı. Arapça Farsça ve Türkçe yazılmış bir çok şiir ve risaleleri vardır. Şiir ve yazıları derin manalı ve nükteli idi.
Şeyh Vefa Hazretleri H.896-M.1491 (Ramazan ayının ilk pazartesi günü) yılında hakka yürümüştür. Vefatına düşürülen tarihler: İla rahmet-i Rabbihi 896 (1490) Huld-i Berin 896 (1490)


ŞEYH VEFA HAZRETLERİNİN ESERLERİ:
Kaynaklarda Şeyh Ebu'l-Vefa Hazretlerinin zahiri ilimlerde mahir, Astronomiye vakıf, Kozmografya, Hey'at ve Musiki'yi iyi bilen, 'vefk' yazmakta tanınmış, Arapça Farsça ve Türkçe olmak üzere üç lisanda şiirler kaleme alan büyük bir mürşid-i kamil olduğu kayıtlıdır.Türkçe bazı şiirlerini Şerh eden Cebbar-Zade Mehmed Arif Efendi'nin kaydettiğine göre, zahir ilimlerini gençliğinde babası ile birlikte gittiği Osmanlı Devletinin o zamanki başkenti Edirne'de tahsil etmiştir. Bursalı Lamii Çelebi Şeyh Ebu'l-Vefa Konevi Hazretlerinin ilim seviyesini ifade için 'Cami-i ulum-i zahir ve batın idi. Ekseri fünunda yed-i ulyası var idi' demekte, evradının derlendiği eserin girişinde ise 'Zamanın allemesi, usul ve furua vakıf, Kur'an ve hadislerin rumuzlarını çözen, müfessirlerin efendisi, muhaddislerin dayanağı' gibi vasıflarla yad edilmektedir.Devrin önemli mütefekkirlerinden Sinan Paşa da onu müctehid alimlerden saymıştır...

Şeyh Vefâ hazretlerinin eserleri şunlardır:
1) Makâm-ı Sülûk: Tasavvuf ile ilgili olup, Türkçe ve üç yüz doksan altı beyitlik manzûm bir eserdir. Tasavvufî, ahlâkî mevzûları şiir yoluyla anlatmıştır. Bu eseri, edebiyât ve şiir bakımından da kıymetlidir.
2) Şâz-ı İrfân: Türkçe ve manzûm bir eserdir.
3) Evrâd-ı Vefâ: Beş yüz elli altı sahife civarında olup, nesir bir eserdir.
4) Rûznâme-i Vefâ: Bu eseri,Defterdar Ali Çelebi tarafından Miftâh-ı Rûznâme adıyla şerhedilmiştir. Bunlardan başka eserleri de olduğu kaydedilmiştir.

Ebûl Vefa Hazretlerinin hayatından sahneler

Bir merhamet numunesi Ebûl Vefa Hazretleri
İstanbul’un alındığı, Bizans’ın yıkıldığı yıllardır. Ama Akdeniz huzursuzdur hâlâ. Rodoslu çapulcular Bahr-ı Sefid’in çıbanıdırlar. Evet bu adada güzel üzüm yetişir ve nefis zeytin olur. Ama ada sakinleri bağla bahçeyle uğraşmaz. Ticaretten ve sanattan da uzaktırlar. İyi bildikleri tek iş vardır: “Yol kesmek!”
O yıllarda Rodoslu haydutlar ticaret gemilerini yağmalar, sahil köylerini basarlar. Zahmetsiz kazandıklarını saza, şaraba yatırırlar. Liman kenarındaki batakhaneler eşkıya kaynar. Bu işrethanelere abone olabilmenin tek yolu vardır: Daha fazla soygun yapmak, daha fazla can yakmak.
İşte günün birinde, içinde Ebûl Vefa hazretlerininde bulunduğu hac kafilesi şakilerin saldırısına uğrar. Mübâreğin kaybedecek bir şeyi yoktur. Hepi topu üç beş ölçek hurma, birkaç testi zemzem. Ama korsanlar insan sarrafıdırlar. Müminlerin ona gösterdiği hürmeti gözden kaçırmazlar. Böylesi asil biri para etse gerekdir. Öyle ya, Osmanlı âliminin uğruna neler vermez ki?

ZİNDANI AYDINLATAN NUR
Mübarek kendisini hapse tıkan zalimlere kızmaz. “Bunda da bir hayır olmalı” der, büker boynunu. Hatta acıma duygusu ağır basar. “Ah!” der, “Ah bir hakikatleri görebilseler!”.
İnsan haydut da olsa insandır. Nitekim zindancı bu büyük velinin yüzündeki şefkati yakalar, veya o şefkate yakalanır. Cezayı göze alır, zincirlerini çözer, onu aydınlık bir koğuşa taşır. Uzun kış geceleri ocak başında sohbet ederler.
Mübarek kısa sürede Rumca öğrenir, muhafızlarla dost olur. Hastalarını tedavi eder, dertlerini dinler. Bir muhabbet köprüsüdür kurar gönüllere. Şövalyeler bu iltiması görmezden gelirler, zira bu rehineden yüklüce bir fidye beklerler.
Kahramanoğlu İbrahim Bey, bir Ebûl Vefa sevdalısıdır. Mübareğin Rodoslular’ın elinde olduğunu öğrenince beyninden vurulmuşa döner. İstenen meblâğı tez günde denkleştirir, koşar adaya.

RUMLARLA KOMŞULUĞU SEÇEN VELİ
Ebûl Vefa Hazretlerinin ayrıldığı gün zindancı bir hoş olur. Bu küflü dehlize böylesi bir bilge gelmemişdir. Ve bundan böyle zor gelir. Hapiste geçirdiği günler Ebûl Vefa Hazretleri’ne çok tesir eder. İstanbul’da Rumların kesif olduğu bir semte (Vefa’ya) dergahını kurar ve bu insanlara kapılarını açar. Bıkıp usanmadan hakkı tebliğ eder. Gülene de anlatır, sövene de. Kimi dergâha râm olur, kimi aleyhinde konuşur. Mübarek güler yüzlü ve nüktedandır. En çetrefil meseleleri basite indirger ve maharetle nakşeder zihinlere.
Ebûl Vefa’nın Fatih’e karşı hususi bir sevgisi vardır. Onu bir kere bile görmez ama geceler boyu dua eder. Genç Sultan’ı güçlü tasarrufu ile kuşatır ve ona manevi zırh olur. Fatih bu himmeti iliklerine kadar hisseder. Rüyalarını nur yüzlü veli süsler. Günün birinde dayanamaz, dergahın kapısını tıkırdatır. Ancak Ebûl Vefa Hazretleri “Hayır!” der, “Görüşmesek daha iyi.”
Koca sultan yüzgeri giderken mübârek hıçkırmaktadır. Bir hüzündür çöker mekâna. Talebeleri muammayı çözemezler. Sıradan Rumlar’ın bile kıymet verilip, buyur edildiği bir tekkenin kapısı cihan padişahına neden açılmaz? Nitekim içlerinden biri dayanamaz. “Bağışlayın ama efendim” der, “Hem hünkârı üzdünüz, hem kendiniz üzüldünüz. Bunun bir hikmeti olsa gerek?”
Mübârek “Doğru söylüyorsun.” der, “Ama aramızdaki muhabbet vazifelerimizi unutturacak kadar fazla. Eğer o, sohbetin tadını alırsa sarayda duramaz, sultanlık çelik çomak oyunu gibi basit gelir gözüne. Korkarım tacı tahtı bırakır, dervişliğe kalkışır.” (Hatırlayacaksınız Fatih’in dervişliğe olan meylini ilk keşfeden ve yüz vermeyen Akşemseddin’dir.)

ASIRLAR SONRA 
Ebûl Vefa Hazretleri bulunduğu semtte çok sevilir. Mahalle halkı mübareğin naaşına sahip çıkar, dahası güzel bir camiyle adını yaşatırlar. İşte bu gün bile Unkapanı, Fatih, Süleymaniye arasında kalan muhit onun adıyla tanınır. Esnaf ona Fatiha okumadan dükkan açmaz, çocuklar okul yolunda bir lahza durur, mırıl mırıl dua okurlar.
İnsanın “şu işe bakın!” diyesi geliyor, koca koca imparatorlar silinip gidiyor, Allah dostları hatırlanıyor daima.

DELİNEN KIRBALAR
Ebûl Vefa hazretlerinin küçük ama çok sevimli bir oğlu vardır. Çocuk iyidir hoşdur da bir ara sakalara takar. Mahalle sucusunun yolunu bekler, çuvaldız ile kırbaları deler. Kimbilir, belki de fıskiye gibi akan sular hoşuna gider. Aslında saka şaka götüren biri değildir. Bunu yapan bir başka çocuk olsa, çoktan ensesine yemiştir şamarı. Zira delinen kırba dikilemez, ancak boğumlanarak bağlanır ki, koca kırba gitti demektir yarı yarıya.
Saka bir sabreder, iki sabreder, bakar olmuyor, tutar eteğini, çıkar huzura. “Affınıza sığınıyorum ama” der, “Vaziyet böyleyken böyle!”
Ebûl Vefa hazretleri çok şaşırır. Kırbaların parasını fazlasıyla öder. Sucudan ağlaya, yalvara helallik diler. Saka bir hoş olur. “Keşke eşiğine sultanların baş koyduğu veliyi üzmeseydim” der. Pişman, mahçup dergâhı terkeder.
Ebûl Vefa hazretleri çocuğa hiçbir şey demez. Hemen hanımını bulur. “Aman hatun, iyi düşün”der, “biz bir hata yaptık ama nerede?”
O gün tırnaklarını saçlarına geçirir, adeta beyinlerini kanatırlar. Uykuyu dağıtırlar. Hanımı sabaha karşı “Tamam!” der, “Galiba buldum!”
-Anlat hele?
-Çocuğumuza hamileydim. Kız kardeşim bir yere uğrayacak olmalıydı sepetini bırakmıştı bize. Zerzavat arasından bir limon parladı. Canım nasıl çekti anlatamam. Kardeşimi biliyorsun. Bir şey istemiye gör, canını verir. Limonun lâfını etsem, mutlaka bize bırakacak, kendi limonsuz dönecekti evine. Aklıma başka bir yol geldi. Limonu iğneyle deldim, bir damla emdim. Nefsimi körlettim. Ama unuttum gitti. Hata bende, limonunu deldiğimi söylemeliydim ona.
-Aman kalk bacına gidelim.
-Bu saatte mi?
-Evet bu saatte!
-Ne diyeceğiz?
-Helallik dileyeceğiz.
Sonrasını tahmin ediyorsunuzdur. Çocuk bu huyu kendiliğinden bırakır, dost olur sakaya.

ÇİVİLİ SOPA VE KIRBA
İstanbul’un Vefa semtine adı verilen Şeyh Ebül Vefa, Fatih devrinin büyük alimlerinden ve evliyasındandı. Akşemseddin, Molla Gürani gibi devrin manevi önderlerinden biriydi. Bu büyük zatın oyun yaşlarındaki bir oğlu kötü bir alışkanlık edinmişti. Ucuna çivi çakılmış bir sopa ile o devirde evlere içme suyu taşıyan sakaların kırbalarını deliyordu. Evcil hayvan derisinden yapılmış su tulumu demek olan kırba, sivri bir madde ile dokunuldu mu kolayca delinecek bir nesneydi. Şeyh Vefa’nın oğlu da bunu yapıyordu. Sakalar, “Bir din büyüğünün oğludur, çok sürmez geçer” diye bir müddet dayandılarsa da baktılar vazgeçeceği falan yok, Şeyh Vefa’ya şikayet ettiler.
“Zararınız ödenecektir!”
Ebul Vefa Hazretleri olanları duyunca hayretler içinde kaldı. Nasıl olur da bunca dikkat ve özenle yetiştirilen, haram lokmadan uzak tutulan bir çocuk böyle bir şey yapardı? Şeyh Vefa sakalara, “Tamam” dedi. “Konu anlaşıldı, gereken yapılacak, sizin de zararınız ödenecektir. Önce kendinden işe başladı. “Acaba ben bu çocuğa yanlışlıkla da olsa haram yedirdim mi?” diye düşündü. Bir şey bulamadı. Hanımına sordu; “Hanım, sen bu çocuğa hamileyken veya süt verirken haram bir şey yedin mi, çok iyi düşün, bana bildir, yoksa bu çocuğun sonu kötü” dedi.
Nihayet olayı hatırladı
Hanım düşündü, taşındı, rüyaya yattı, nihayet bir olay hatırladı. Hamileyken oturmağa gittiği bir komşu evinde, masadaki bir tabakta portakallar varmış. Görünce canı çekmiş ama istemeye de utanmış. Ev sahibi hanım bulundukları odadan dışarı çıktıkça yakasındaki iğneyi portakallara batırıp sularını emmiş.
Bunu, beyi Ebul Vefa hazretlerine anlattı. Şeyh Vefa:
-Aman hatun hiç vakit geçirmeden o komşuya git, olanı biteni dosdoğru anlat ve helallik dile, diye tembihledi. Kendi de sakaları çağırdı, kimin kaç tane kırbası delinmişse hepsinin parasını ödedi ve haklarını helal ettirdi. Çocuğa, olayın başından sonuna kadar bir şey denmedi. Hakkında böyle şikayet var, bir daha yaparsan asarız, keseriz yollu tehdit edilmedi. Ama hikmet-i Hüda, çocuk bir daha çivili sopa ile kırbaları delmedi.

TAHTA KAPILARIN ÖTESİNDE
Vaktin ikindiye doğru devrildiği, baharın ilahî bir güzelleme olup efsunlandığı günlerden birinde İstanbul..
Kavurucu güneşin keskin ışınları, yerini yumuşak meltemin ılık nefesine bırakmış. Rüzgâr engin bir muhabbetle bütün şehri kucaklıyor.
Ve bulutlar... Gökyüzünde sevgi halkaları gibi halelenip, alaca bir kuşağın halelerini seriyor gözler önüne. Gökyüzü parlak, gökyüzü mütebessim, gökyüzü esrarlı bir edanın kollarında bugün. İstanbul’un katı havasından eser yok. Pırıl pırıl her taraf.
İstanbul ılım ılım... Tatlı bir meltemin kucağında mamurlaşan gözleriyle Ebu-l Vefa’nın tekkesine sinen saygılı sükütu selâmlıyor.
Arşa doğru kanatlarını geren tekkede heyecanlı ve meraklı bir bekleyişin suskunluğu var. Sesssizlikteki meraklı kıpırdanışlara ince bir esrar perdesi eşlik eder. Ebu'l Vefa’nın talebeleri saygıyla tekkenin avlusunda bekleşmektedirler.
Ve tekkeye çöreklenen bekleyişin tek kaynağı vardır. Fatih Sultan Mehmet Han..
Şaşkınlığı bulunan bütün meraklı gözler üzerinde görülenlere inanmamak içten bile değil. Padişah Fatih Sultan, kemter bir dervişin mütevazi sadeliği içerisinde lalasıyla birlikte tekkeyi ziyaret edip EBU-L VEFA’dan feyiz almaya gelmiş. Üzerinde padişahlıktan şan ve şöhretten eser yok. O şimdi sadece bir derviş. Sadece bir talebe ve EBU-L VEFA’nın sultanlığının karşısında diz çöken kemter bir mürid ...

Kararlı ...
EBU-L VEFA’nın dizi dibine çökecek ve “şeyhim”diyecek, mütevazi bir şekilde boyun bükerek dünya yükünü omuzundan atıp “şeyhim”diyecek “Bana ebedî huzuru göster. Ebedî talebeliğini talep ediyorum.”
Gerçek padişahın gerçek sultanın yanında sultanlar sultanının sevgisine doğru yükselecek yüreği. Gerçek sevgiyi, sevgiliyi ve elemsiz aşkı yakalayacak. Saltanat mı kesecek yolunu, şan, şöhret, mal, mülk mü kesecek? Terkedecek bunların hepsini. Uzak duracak ve yüreğini sonsuz sevgi kaynağını sevgisiyle billurlaştırıp cevherleştirecek.
Boynu hafifçe sola yatık, EBU-L VEFA’nın kendisiyle görüşme isteğini kabul edip etmeyeceğini bekliyor. Dışardan bakan biri, imkânı yok, tekke önünde bekleyen Fatih Han’ı tanıyamaz diyor. Bunu derin bir derviş olduğu yolunda fikirler yürütür.
Tekke avlusunda talebeler sıra sıra hepsinin de gözbebeklerine okşayıcı bakışlar oturmuş. Bakışlar Fatih’e yönelik bir zamanlar Bizans’ın kalın duvarlarını ve aşınmaz denen surlarını aşıp kesif betonları dize getiren ve ila-i Kelimatullah’ın haşmetini tüm Bizans’a haykıran bir padişahın nasıl olur da, bir dervişten daha sade e daha mütevazi olabildiğine olunca hayretleriyle şaşırırlar.
Kuş cıvıldamaları bile saygılı. Sükütu yırtan tek ses yok. Tekkedeki sessiz soluk ince hikmetlerin armonisiyle buluşup gökyüzüne dek yükseliyor.
Ve padişah Fatih Sultan Mehmet Han... Ümitsiz bakışlarını Ebu-l Vefa’nın dergâhının kapısından alıp julasına çeviriyor. Padişah hüzünlü. Yitik bir inleyiş kıvrılıyor dalın dudaklarında:
“Galiba lala... galiba gönül padişahının huzuruna liyakatimiz yetişmez.”
Gayr-i ihtiyari inliyor padişah. Lala şaşırmakla beraber teselli etmeye çalışıyor.
“Şimdi gelir Hünkârım.”
Sanki İstanbul’un fethinde doru atını azgın deryanın ortasına doğru sürüp “Ya ben İstanbul’u alırım, ya İstanbul beni “ diye kükreyen bu değil. Bambaşka biri var şimdi karşısında. Tamamen başka biri.
Lalanın çözümleyemediği düşünceleri tahta kapının gıcırtısıyla bölünür. Heyecan doruğa yükselir birden. Nefesler tutulur. Kapı aralığında Ebu-l Vefa’nın talebelerinden biri vardır. Hazretin kararını bildirmek için geliyor olmalıydı.
Fatih’in yüreği meçhul bir ümidin eşiğine doğru sürüklenir birden. Çarpıntılar sarar bedenini. Heyecanının dizginlerine yapışamaz:
“Kabul buyurdular mı?”
Kızardı talebe. Ne diyeceğini şaşırır. Bunaltıcı bir sıkıntının kıskacı arasında bocalar bir süre sonra zar zor konuşabilir.
“Şey... padişahım... hocamız...”
“De hele molla, meraka koma bizi”
“Sultanım...Hocamız...Hocamız hasta olduğundan görüşme talebinizi kabul edemedi.”
Yıkılır Fatih Sultan. Hayal sükûtunun enkazlar arasında soluğu tıkanır. Gırtlağına düğümlenir nefesi. Ağlamaklı olur Yüzünde derin bir hüznün gölgesi yalpalıyordur. “Yaaaa!...”
Yüreğinin burukluğu sesini çatallaştırmıştır. Bitkin bir halde lalasına döner. “Gördün mü lala” diye inler mahzun mahzun. “İstanbul’un aşılmaz denilen surlarını aşıp onu fetheyleyen kumandan bir gönül padişahının tahta kapısından içeriye yanaşamadı.” Sessizce mırıldanır neden sonra: “Eyvahlar olsun”
İki sıra yaş parlıyordur şimdi Fatih’in kirpiklerinde. Bakışlarında yıkık bir ümidin enkazı vardır. Fısıldar gibi lalasına seslenir:
“Gidelim lala”
Ve padişah... Cihan padişahı Fatih Sultan Mehmet Han. Bir dervişin “tahta kapısından" içeriye giremez, geri döner. Kendine eyvahlar okuya okuya...
Tekke avlusundaysa merakla hüzün anı anda yaşanır. Talebeleri Ebu-l Vefa’nın neden hünkârı kabul etmediğini merak ederler. Öyle ya. Bir hikmeti vardır elbet.
İki talebe bunu öğrenmek için tekkeye girip Ebu-l Vefa’ya yaklaşır. Ebu-l Vefa hasta yatağında zikir getirmekle meşguldür. İki talebenin geldiğini görünce doğrulur ve mahzun bir eda ile sorar:
“Padişahımız gittiler mi?”
Talebeler şaşkın bakışırlar.
“Gittiler hocam”
Ebu-l Vefa da ağlamaya başlar. Gözlerinden boşalan sıcak damlalar ak sakallarının nuranî boğumlarına doğru süzülür.
Talebelerden biri olanı biteni aklına sığdıramaz;
“Ama hocam ağlıyorsunuz siz” diye şaşırır . “O halde... o halde niçin hünkârı kabul etmediniz.”
Ebu-l Vefa elleriyle gözlerindeki yaşları siler ve “Korktuk”der ıstıraplı bir ses tonuyla. “Mesuliyetten korktuk ve kabul edemedik.”
Dalgın bakışlarındaki mahzunluğu meçhullere doğru düğümlenir. Işıl ışıl yanar gözbebekleri:
“Korkarız ki; padişahımız gönül padişahlığının cezbesine kapılıp devlet umurunu boşlar. Sohbetten alacağı feyzin lezzetiyle padişahlığını unutur ve maazallah devlet-i Osmaniye hüsrana uğrar. Kardeşlerim herkes vazifesini bilip gereğini yapmalı. Bu dünyaya gönül padişahı kadar Cihan padişahı da lâzım”
“Şimdi merakınız zail oldu mu?”
Talebelerin yüzlerinde derin bir hikmetin parıltıları oynaşmaktadır:
“Evet, hocam zail oldu”

HERKESLE NEDEN SOHBET EDİYORSUN
Müridi, Ebu’l-Vefa Hazretlerine sorar:
” Siz, büyük-küçük demeden herkesle sofraya oturuyorsunuz. Ehil olsun-olmasın, herkesle sohbet ediyorsunuz. Salih-fasık herkesi sohbetinize alıyorsunuz. Bu nasıl oluyor?
Ebu’l-Vefa bu müride der ki:
” Fatiha suresini oku!
Mürid, sureyi yarıya kadar okuyunca Ebu’l-Vefa işaret ederek durdurur. Der ki:
” Şimdi söyle bakalım. Surenin başında Rabbil alemiyn mi yoksa Rabbis-Sâlihiyn mi beyan edilmiş.
” Rabbil âlemiyn…
” Şimdi anladın mı neden böyle davrandığımı?
Mürid gerekli cevabı almış.
Günahkârlarla ilgi kesilmemeli. Onlara uyulmamalıdır da. İyiler onları kendilerine uydurmanın çalışmasını yapmalıdırlar. Ebu’l-Vefa’nın yaptığı gibi iyi muamele gösterilmelidir.

Şeyh Vefa’nın kedisi ve Esir Bey
Şeyh İbrahim Has Efendi Tezkiret’ül-Has isimli eserinde kaydettiğine göre bir gün Şeyh Vefâ Hazretleri Çilehanesinde ibadet ile meşgul iken komşularından bir kadın yanına gelmiş, “Oğlum Malta’da esirdir, kurtarmanızı rica ederim” demiş. Vefâ Hazretleri “Dua edelim de kurtulsun” cevabını vermiş ise de kadın “Ben dua istemem, oğlumu isterim” diye ısrarını tekrar etmiş. Şeyh Vefâ’nın yanında siyah bir kedi bulunuyormuş. Kediyi göstererek “Söyleyelim de oğlunu şu karakedicik kurtarsın” demiş. Kadın da kabul ederek Şeyh Vefâ’nın yanından ayrılmış. Kadının oğlu Esir Bey Malta Adasında bir Hıristiyanın esaretinde çalışmakta ve onun mutfağında yemekler yapmaktaymış. Bir gün balık pişirecekmiş. Temizleyip hazırladığı zaman orada bir karakedi belirmiş. Balığı hemen kapıp kaçmış. Esir balığı kedinin ağzından kurtarmak için arkasından koşmuş. Kedi kapıyı açık bulduğu bir eve girmiş. Esir kapıyı çalmış ve içeridekilere balığı kapan kedinin bu eve kaçtığını söylemişse de ev sahibi böyle bir kedinin eve gelmediğini söylemiş. Bu sırada bulunduğu yerin Malta değil, Vefâ Mahallesi ve görüştüğü şahsın kendi annesi olduğunu anlamış. Oğul, ana birbirine sarılmışlar ve her ikisi tarafından yaşanan olaylar duyulmuş. Birlikte kalkıp Şeyh Vefâ’nın Çilehanesine gelmişler. Vefâ Hazretlerinin yanındaki kara kediyi gören Esir Bey “İşte ana, balığı kapan kedi şu idi” demiş. Gerek oğlu ve gerek anası bu olayı görünce Şeyh Vefa Hazretlerinin yanından ölünceye kadar ayrılmamışlar ve onun hizmetinde bulunmuşlar. Vaktiyle “Vefa’nın kedisi gibi karşıma çıktı” şeklinde bir sözün pek meşhur olduğu söylenir.
Günümüzde Şeyh Vefâ’nın Çilehanesi’nin hemen bitişiğinde üzerinde çeşitli motifler olan 30 santim yüksekliğinde 2 metre uzunluğunda mermer bir taş vardır. Rivayetler değişik. Kimine göre burada Esir Bey’in kabri bulunmaktadır. Bir başka rivayete göre ise bu mezar Şeyh Vefâ Hazretlerinin kedisine aittir.

Ali SÖĞÜT

Türbesinde Bulunan Kabirler





Kaynaklar
1. Kâmûs-ül-A’lâm; c.6, s.4688
2. Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); c.1, s.251
3. Tâc-üt-Tevârih; c.2, s.527
4. Osmanlı Müellifleri; c.1, s.181
5. Rehber Ansiklopedisi; c.4, s.326
6. Nefehât-ül-Üns; s.559
7. Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1071
8. İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.138
9. Mevâkıb, Süleymâniye Kütüphânesi, No: 3622, s.11

Not : Sitemiz içerisinde bir çok bilgiye ulaşabilirsiniz 

Derleme : Erol Kara / @tarihivefa
vefa semti, istanbul, turizm, seyahat, geziyorum

Top Post Ad

Below Post Ad