Aylık bir haber dergisi Şubat 2014 sayısında Vefa, Süleymaniye ve Küçükpazarı'ı sayfalarına taşımış. Ve ne hazindir ki her satırını okudukça insanın vefasız bir dünyanın insanı olduğumuzu yüzümüze vurur gibiydi.
Bir tarihin, bir fethin sessiz şahidi olan bu eski mahallerimiz, eski sokaklarımız eski Vefa, Süleymaniye, Küçükpazar ve eski İstanbul bizden biri değilmiş gibi idi.
"Süleymaniye bugün, dünden daha viran" başlığı ile Ülkü Özen Akgündüz imzasıyla yayınlanan yazıyı gelin elimizi vicdanlarımıza koyarak bir kez daha okuyalım.
Burada bir konuda konunun yazarına sitem etmek istiyoruz. Fotoğraflar ve yazı içeriğinde "Vefa" yok. Ancak fotoğraflar burum buram Vefa'dan.. Vefa semtinin sokakları, Vefa'nın yolları...
Yoksa yazar bu manzarayı görünce, İstanbulluların vefasızlığını görünce vefa demekten çekinmiş mi?
Vefasız olan kim.. Vefa neresi. Vefa bugün ne olmuş..
İşte "Süleymaniye bugün, dünden daha viran" başlıklı yazı
Süleymaniye semti, hiçbir vakit o görkemli caminin, ayakta kalabilmiş zarif konakların kıymetini bilecek sakinlerle sarıp sarmalanmadı; ancak hiç bugünkü kadar perişan da olmadı.
Süleymaniye Camii, kendi görkemine, sükûnetine, ahengine yaraşır bir muhitle ne zaman sarıp sarmalanacak? Öyle eski, öyle cevapsız bir soru! Uzun zaman önce rafa kaldırmıştık gerçi biz de, kâğıt toplayıcıların depolarını, bekâr odalarını, plastik atölyelerini, tekinsiz sokakları, külliyenin duvarlarını boyayan mahalleli gençleri, orada olmaması gereken ne varsa hepsini bir iç sızısıyla kabullenerek… Doğrusu, bir süre yolumuzu da pek o taraflara düşürmeyerek… Ama ne ki, üç-beş fotoğraf gelip düştü önümüze; yarı yıkık çatısız evlerden, camsız çerçevesiz pencerelerden, battaniyeyle örtülmüş kapılardan yüzünü gösteren sefil hayatlar… Sokaklardaki moloz yığınlarına bakarak “Neresi burası?” dedik, “Halep mi?” “Hayır!” dediler, “Süleymaniye, bizim Süleymaniye…”
İstanbul’a gelen turistlerin muhakkak görmek istediği birkaç mekândan biri olan Süleymaniye şu sıralar farklı gezi alternatifleri sunuyor olmalı ziyaretçisine; “tarihî sokaklar arasında bir deprem enkazı” ya da “bomba düşmüş bir savaş mahalli peyzajı”… Nitekim şaşkınlıktan gözlerimizi fal taşı gibi açarak, ‘yazık olmuş, çok yazık’ diye söylenerek dolaşmak düştü bizim payımıza da. Talihsiz olan kimdi acaba? Bombaların yıktığı evlerinden kaçıp savaşı bir pelerin gibi peşlerinden sürükleyerek Süleymaniye’nin viran evlerine yerleşen Suriyeli Kürtler mi -ki onlar Halep’in göbeğinde değil, en uzak, en yoksul mahallelerinde yaşarlardı-, yoksa Süleymaniye semti mi? Gerçek şu ki Süleymaniye, Cumhuriyet’in hiçbir döneminde o caminin, külliyenin, o muhitin kıymetini bilen insanlara ait olmadı.
Gözden düşmüş bütün eski mahalleler gibi, göç rüzgârlarına açtı bağrını ve çoğunluk Doğu’dan, Güneydoğu’dan uçup gelen kanadı kırık kuşlara yuva oldu. Bugün, Suriyeli Kürtlerin Halep’in çeperlerinden İstanbul’un ortasına savruluşunu da her daim hemşehricilik dayanışmasıyla sürüp giden bu göçlerin bir devamı sayabiliriz rahatlıkla. Nitekim çöktü çökecek bir ahşap eve beş oğlu, gelinleri ve torunlarıyla sığınan Fatma, “Buraya 50 lira kira veriyoruz, ev sahibi Kürt olduğumuz için evi ucuza verdi bize.” diyor.
Akrabalarından beş aileyi savaşa kurban vererek kaçıp geldikleri bu odada, soba etrafında toplanmış otururken şükür içindeler şimdi: “Tepemizden bombalar düşmüyor artık, tek derdimiz işsizlik, günlük ekmek masrafımız 15 lirayı buluyor; ama hâlimizi hatırımızı soran çok, Allah herkesten razı olsun.”
“Ah” diyoruz içten içe, teneke sobanın külünü sokağın ortasına boşaltan küçük kıza bakarken; “Bir de bu güzelim semtin hatırını soran olsa!” Köşede bir kadın plastik leğeni atmış kapı önüne çamaşır yıkıyor, bir diğeri iki gün önce indirdiği bir kucak dolusu göçün başında bekliyor. Ön duvarı tamamen göçmüş bir binaya kapı niyetine çekilen battaniye aralanıyor, tozun toprağın içinden kedi iriliğinde bir fare fırlıyor, yerde bir örtü… İşte o göç bu eve inecek! Ve bir kadın tümseğin üstünde. O tümseği, çerin çöpün içinde bulaşık yıkayan o kadınla, köşede oturan çocukla bir dağ köyüne koysanız pek yerinde olurdu; ama aslında, kadının ‘evim’ dediği köpek kulübesine benzer o tuhaf barakaya ücra dağ köylerinde bile rastlanmaz.
Burada şu soru kaçınılmaz: “Savaş mağdurlarına kapı açmakla iş bitiyor mu?” Can güvenliğini tehdit ettiği gerekçesiyle önüne set çekilmiş yarı yıkık bir binanın camsız çerçevesiz pencerelerinden bakan küçük kızları, odanın ortasına asılmış çamaşırları, soba borusundan dışarı süzülen ölgün dumanı görseydiniz, “Hayır!” derdiniz muhakkak…
Süleymaniye’nin ve onun yeni sakinlerinin içler acısı hâline yazıklanarak geçirilmiş bir günün sonunda, zihnimizde bir dolu soruyla, sur içiyle ilgili meselelerde ne zaman kafamız karışsa yaptığımız gibi Mimar Şimşek Deniz’in kapısını çalıyoruz. KUDEB (Koruma Uygulama Denetleme Büroları) müdürlüğü yaptığı dönemde, bize hep onarılan ahşap evlere, ağaçlandırılan cami bahçelerine, su akıtılan çeşmelere dair güzel haberler veren Deniz, semtin bugünkü durumunu nasıl değerlendirecekti acaba?
Süleymaniye’nin bugününü anlamak için epey eskilere dönmek gerekecek; ancak pek meraklandığımız için Şimşek Deniz’e semtin bugün neden ‘bomba düşmüş’ gibi göründüğünü soruyoruz hemen. Çünkü Süleymaniye hiçbir vakit bunca sefil bir manzara sunmamıştı. “Aslında” diyor Deniz, “O yıkıntılar, İstanbul Büyükşehir Belediyesi kuruluşu KİPTAŞ’ın semti iyileştirebilmek adına satın alıp yıktığı iş hanlarından geriye kalanlardır. Biliyorsunuz bugün İstanbul için yapmak kadar yıkmak da bir iyilik; ancak burada bir yanlış yapıldı, binalar tam olarak yıkılmadı ve molozları ortadan kaldırılmadı. O yıkıntılar ve molozlar hem bölge halkının can güvenliğini tehdit ediyor hem de Süleymaniye gibi birinci derece turizm alanı ilan edilen bir semti çok kötü gösteriyor.”
Semtin dokusuna hiç yakışmayan beş-altı katlı o çirkin binaların hiç değilse bir kısmının yıkılması elbette çok yerinde bir karar ki zaten onların 80’lerin başında buraya nasıl kondurulduğunu, koruyup kollanması gereken bu semtin tekstil ve plastik imalathaneleriyle bir sanayi, depo ve ardiye alanına nasıl dönüştürüldüğünü anlayabilmek hiç mümkün olmadı. Şimdi o iş hanlarının yıkıntısının, Süleymaniye Külliyesi’nin hemen dibinde üstelik, viran bir görüntü oluşturmasına nasıl izin verildiğinin de anlaşılamayacak olması gibi…
Yıkıntılar neyi bekliyor?
Süleymaniye’nin bir şeyi beklediği aşikâr; ancak bu bekleyişin bu kadar pejmürde biçimde olması tuhaf! Hiç değilse molozlar kaldırılmalı, yıkıntılar hoş bir peyzajla örtülmeli değil miydi? Sözünü ettiğimiz, hadi bizim tarihimiz için ne denli önemli olduğunu önemsemiyoruz diyelim, ‘dünya miras alanı’ ilan edilen Süleymaniye’dir. Peki, semtin akıbetiyle ne kadar ilgiliyiz biz İstanbullular, bu bekleyişin sonunu ne kadar merak ediyoruz? KİPTAŞ’ın semtte satın aldığı yaklaşık 250 tescilli yapı ne olacak mesela? “Bu yapıların projesi hazır aslında.” diyor Şimşek Deniz, “Kimi evler tamamen ahşap olarak ihya edilecek, kimilerinin zemini beton, üstü ahşap, kimi de bütünüyle beton olacak. Belediye çalışmaya hemen başlayabilir ve bu olumsuz görüntüyü kaldırabilir; ancak ortada bir anlaşmazlık var. KİPTAŞ, buradan bila bedel yer isteyen vakıfların ve derneklerin talebine henüz cevap veremedi; çünkü meseleye ticari bir mantıkla yaklaşıyor.”
Peki, Süleymaniye’ye ne oranda ticari bir gözle yaklaşabiliriz? Ve başka sorular: “KİPTAŞ’ın konutlarında kimler oturacak? Süleymaniye’nin şöyle ya da böyle yerlisi olmuş insanlar orada tutunabilecek mi?” Şimşek Deniz, yaklaşık 200 binanın yarısının konut olarak kullanılması, diğer yarısının da eğitim, kültür, sanat gibi faaliyetler için ayrılması gerektiği kanaatinde: “Bu bölgede kesinlikle geleneksel ve çağdaş sanat atölyeleri, galeriler, müzeler ve konulu ihtisas kütüphaneleri yer almalı ve Süleymaniye otel ve pansiyon işletmeciliğine asla açılmamalı.”
Süleymaniye’nin yeni sakinleri konusundaki anlaşmazlık, semt sakinlerine ve ziyaretçilerine şimdilik yıkıntılar ve moloz yığınları şeklinde yansıyor; fakat sonrasında bir ‘Sulukule’ hadisesi yaşanır mı acaba burada? “Satın alınan evler farklı sokaklarda yer aldığı için Sulukule’de olduğu gibi surlarla çevrili bir kurtarılmış bölge oluşturulamaz.” diyor Deniz ve her ihtimale karşı uyarıda bulunuyor: “Eskiden beri orada oturanların ikamet etmesi sağlanmalı. Neticede hepsinin tapusu var. Mahalledeki fakir insanları dışarı atıp oraya kendi zenginini getirmek çok yanlış olur. Süleymaniye’nin, orada yaşayıp orada çalışacak, halkla kaynaşacak ve muhiti dönüştürecek sanatçılara, okuryazarlara ihtiyacı var.”
40 yıllık muamma
Rahmetli Turgut Cansever, yıllar önceki bir konuşmasında şöyle diyordu: “Uluslararası koruma kampanyasına konu teşkil olan Süleymaniye’nin restorasyonu 20 yılı aşkın bir süredir konunun özünden ve ayrıntılarından bihaber kadroların elinde her gün daha çok harap olmaya terk edilmiş, beklemektedir.” Semtin 1978’de sit alanı ilan edildiği düşünülürse, neredeyse kırk yıldır çözülemeyen bir sorunla yüz yüze olduğumuz görülebilir. O yıllarda var olan 2 bin 200 ahşap yapının yüzde doksanının eridiği gerçeği de rahmetli Cansever’in sözünü ettiği ‘her gün daha çok harap olma’ meselesini izah ediyor ve aynı zamanda UNESCO’nun birçok toplantısına Türkiye adına katılan Şimşek Deniz’in şu cümlesini: “Otuz beş ülkede dünya miras alanlarını görme imkânı buldum. Yazık ki içlerinde en kötü durumda olanı Süleymaniye’dir. Bağdat gibi Halep gibi savaş görmüş miras alanlarını saymazsak tabii…
Peki, Süleymaniye’ye ne oranda ticari bir gözle yaklaşabiliriz? Ve başka sorular: “KİPTAŞ’ın konutlarında kimler oturacak? Süleymaniye’nin şöyle ya da böyle yerlisi olmuş insanlar orada tutunabilecek mi?” Şimşek Deniz, yaklaşık 200 binanın yarısının konut olarak kullanılması, diğer yarısının da eğitim, kültür, sanat gibi faaliyetler için ayrılması gerektiği kanaatinde: “Bu bölgede kesinlikle geleneksel ve çağdaş sanat atölyeleri, galeriler, müzeler ve konulu ihtisas kütüphaneleri yer almalı ve Süleymaniye otel ve pansiyon işletmeciliğine asla açılmamalı.”
Süleymaniye’nin yeni sakinleri konusundaki anlaşmazlık, semt sakinlerine ve ziyaretçilerine şimdilik yıkıntılar ve moloz yığınları şeklinde yansıyor; fakat sonrasında bir ‘Sulukule’ hadisesi yaşanır mı acaba burada? “Satın alınan evler farklı sokaklarda yer aldığı için Sulukule’de olduğu gibi surlarla çevrili bir kurtarılmış bölge oluşturulamaz.” diyor Deniz ve her ihtimale karşı uyarıda bulunuyor: “Eskiden beri orada oturanların ikamet etmesi sağlanmalı. Neticede hepsinin tapusu var. Mahalledeki fakir insanları dışarı atıp oraya kendi zenginini getirmek çok yanlış olur. Süleymaniye’nin, orada yaşayıp orada çalışacak, halkla kaynaşacak ve muhiti dönüştürecek sanatçılara, okuryazarlara ihtiyacı var.”
40 yıllık muamma
Rahmetli Turgut Cansever, yıllar önceki bir konuşmasında şöyle diyordu: “Uluslararası koruma kampanyasına konu teşkil olan Süleymaniye’nin restorasyonu 20 yılı aşkın bir süredir konunun özünden ve ayrıntılarından bihaber kadroların elinde her gün daha çok harap olmaya terk edilmiş, beklemektedir.” Semtin 1978’de sit alanı ilan edildiği düşünülürse, neredeyse kırk yıldır çözülemeyen bir sorunla yüz yüze olduğumuz görülebilir. O yıllarda var olan 2 bin 200 ahşap yapının yüzde doksanının eridiği gerçeği de rahmetli Cansever’in sözünü ettiği ‘her gün daha çok harap olma’ meselesini izah ediyor ve aynı zamanda UNESCO’nun birçok toplantısına Türkiye adına katılan Şimşek Deniz’in şu cümlesini: “Otuz beş ülkede dünya miras alanlarını görme imkânı buldum. Yazık ki içlerinde en kötü durumda olanı Süleymaniye’dir. Bağdat gibi Halep gibi savaş görmüş miras alanlarını saymazsak tabii…
Trandas Sokak 2006 yıllarında |
Social Plugin