Sitemizde aramak istediğiniz konuyu

Vefa ve Eski İstanbul

Tuba Kuran Kursu da Hatıralar da Kaldı

Kanuni Sultan Süleyman'ın bir zamanlar Süleymaniye'de yaptırdığı külliyenin içerisinde bulunan Şifahane 1974 yılından 1980 yılına kadar Tuba Kız Kuran Kursu olarak hizmet vermişti.

Tuba Kız Kuran Kursu, İstanbul Süleymaniye semtinde Şifahane sokak üzerinde askeri matbaanın kapatılmasından sonra açılmıştır. Yatılı kuran kursları içerisinde en disiplinli ve yetişenleri de İslam ahlakı içerisinde İslam disiplini içerisinde yetişmesine sebep olan nadide bir yapıya sahip idi. 

Kerime Macit Tunçbilek adlı eski öğrencilerden biri DünyaBizim adlı kültür sitesine verdiği röportajda burası hakkında şunları anlatmıştır.

"Tûba yıllarca Türkiye’nin her bir kesimine, hatta dünyanın başka ülkelerine yüzlerce, binlerce öğrenci yolladı. Mezunlar gerek pozitif ilimlerde gerek ilahiyatta ilerlediler. STK’lar kurdular, Kur’an kursları açtılar. Herhangi bir sivil toplum kuruluşu veya platformda bir Tûba mezununa rastlamamak mümkün değil. 
Tûba, Fatih’te 1972 yılında Ecz. Fevziye Nuroğlu ve arkadaşları tarafından bir apartman dairesinde başladı. Sonra öğrenci müracâtlarına yetişemez oldu. Önce Süleymaniye, sonra Karagümrük, Suadiye ve Pendik şubeleri açıldı.
Süleymaniye’nin ilk yılından itibaren öğrencisiydim. Orayı anlatacağım. Zannederim bütün leylî kurslarda günlük hayat benzerdir. Süleymaniye Tûba, Süleymaniye Camii’nin medreselerinden birindeydi. Fatih İlim ve Kültür Vakfı bu mekânı Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden kiralamış ve bir Kur’an kursuna göre bazı eklemeler ve düzenlemeler yapmıştı.
Bulunduğumuz mekânın manevi, tarihi, otantik, mistik halinden biz de etkilenirdik. Çılgın olanlarımız bazı geceler, keşfedilen gizli kapıdan kubbelere tırmanıp, oradan “Bu şehr-i istanbul ki bî misli bahâdır/ Bir sengine yekpare acem mülkü fedadır” diye tavsif edilen İstanbul’u seyrederdik.
Bahçedeki küçük fıskiyeli şadırvan etrafında ikişerli üçerli arkadaş kol kola tavaf eder gibi döner, dakikalarca sohbet eder gezerdik.
Yatılıda ilk gün korku ve merak vardır. Ortabirinci sınıf öğrencileri ya da sonraki yıllarda mecburi eğitim olarak açılan hazırlık sınıflarındaki öğrencilerin ilk günleri gizli gizli ağlamalarla geçer. Zaten önceki talebeler anne ilahisiyle bu seremoniyi başlatırlar. Sonra günler, aylar, yıllar, her şeye alışılır... Hasretlik veya diğer sebeplerle velimize itiraz, şikâyet veya başka alternatif okullara gitme isteği aklımızın ucundan bile geçmez. İlim tahsil edilecektir ve bu yalnızca böyle olabilir. Zoru başarmak önemlidir diye düşünürdük. Bulunduğumuz mekânın ve imkânların çoğu kişide olmadığı, nimetin kadrini bilmemiz gerektiği anlatılır, öğretilirdi...
Hocalarımız ders anlatıp çıkmak değil öğretmek için uğraşırlardı. Çünkü biz, dışarıdan lise bitirme imtihanları için hazırlanıyorduk. Kursta karne alsak bile, diploma almak için yazın iki dönem imtihana girdiğimiz okulda kitapların tamamından sorumluyduk. Sözlülerde en son konulardan bile sorulurdu. Tûba’da bütün lise derslerini görmemize rağmen resmî bir geçerliliği yoktu, bunun için bütün talebeler ortaokul ve liseyi herhangi bir okuldan imtihana girerek bitirir, diploma alırdı.
Hocalarımızın hepsi çok farklıydı. Her birinden farklı şeyleri almayı, öğrenmeyi başarıyorduk. Teneffüslerde bile onları boş bırakmazdık. Onlar da memnun olurdu. Öğretmenler odasının önünde sürekli içerden bir hocayla görüşmek isteyen öğrenciler olurdu. Yatılı okullarda talebelerin sorunları bitmek bilmezdi: Hastalıklar, maddi ve manevi problemler... Başarıları ile anne baba yerine hocalar ilgilenirdi.
Hocalarımız çok heyecanlıydı. Az zamanda çok şey öğreterek geleceğin mücahidelerini yetiştirmek isterlerdi. Cuma günleri hep özel günlerdir. Dersler öğleye kadardı. Öğle ezanından önce sınıflar boşaltılır, abdest alındıktan sonra bütün öğrenciler sınıf sınıf sırayla temiz ve ütülü kıyafetleriyle mescitte toplanırdı. Kur’an-ı Kerim okunur ve dua yapılırdı.  Bütün hocalar, idareciler öğrencilerin en iyi şekilde yetişmesi için enerjilerini sonuna kadar harcarlardı. Süleymaniye’nin ilk senesinde bir albay emeklisi idarecimiz Kerim Bey vardı. İlk defa bir uygulama yaptı. Öğrencileri onar onar gruplar halinde kendi deyimiyle mangalara ayırdı. Başlarına da birer abla verdi. Ablalar kendi mangasının her türlü davranışından ve namazlarından sorumluydu. Bu metot hâlâ bazı cemaatlerin kurumlarında tatbik ediliyor. Bir dönem böyle devam etti ama sonraki idareciler bu tarzı uygulamadılar. Branşı haricinde derse giren veya lise mezunu hocalarımız bile oldu. Ama biz hürmetle dinlerdik ve ondan faydalanırdık. Tûba’da ders programı imam-hatip okulu müfredatı gibiydi. Bütün meslek dersleri ve kültür dersleri öğretiliyordu. Sene sonunda mezuniyet programıyla birlikte karne verilirdi. Bir okulda olması gereken her şey vardı, bunun yanında eğitim orada daha disiplinliydi. Gün boyu işlenen ders sayısı çok ve yoğundu. Ayrıca yatılı olduğu için geceleri özel programlar yapılırdı. Program sabah namazında mütalaa ile başlar, sonra kahvaltı ve derslerle devam ederdi. Bu işleyiş 1972’den 1982’ye kadar devam etmiştir. Bundan sonra darbenin etkisiyle kültür ve Arapça dersleri kaldırılmış ve Tuba Kız Kur’an Kursu normal Kuran kursu müfredatıyla devam etmiştir.

Tûba Kız Kur'an Kursunun Fiziki Yapısı ve Tûba'da Hayat

Kursta giriş çıkış kontrolleri yapılıyordu. Emniyet çok önemliydi. Girişte demirden yapılmış büyük bir kapı vardı. Tokmakla ve zille haber verilir, kapıcı amca açardı. İlk bölüm dış idareydi. Burada dış idare vakıf merkezi, muhasebe, kapıcılar ve erkek hizmetliler vardı. Erkek hocalar da teneffüslerini burada geçirirlerdi.
Girişte sağ tarafta mutfak ve aşçıların odaları vardı. Oradan iç bahçeye geçilirdi. Sol tarafta başka bir demir kapı ile dış bahçeye girilirdi. Arama ve kontroller bu iki kapıdan veya biri iptal edilerek tek kapıdan yapılırdı. Çanta aramaları nöbetçi hoca ve öğrenci tarafından yapılırdı. Annelerin ütüleyerek yerleştirdiği eşyalar bu sırada altüst olur, bazen yiyecek vs bazı yasak olan şeyler görmezden gelinirdi.
Lavabolar aydınlık fakat kışın çok soğuktu. Su kesintisine karşı depolar vardı fakat uzun kesintilerde bunlar da bittiği için bir bardak su ile abdest aldığımız günleri hatırlıyorum.
Yatakhaneler genelde revakların üst katlarındaydı. Revakların üst kısmına tahtadan zemin yapılıp kubbe ile olan arası yatakhane haline getirilmişti. Soba vs hiçbir ısıtıcı yoktu. Çünkü tehlike arz ediyordu. Talebeler kendi ısısıyla yetiniyordu. Ranzalar iki katlıydı. Bir ara kursa o kadar çok talebe geldi ki, ranzalar 3 katlı oldu. Türkiye’nin her yerinden rağbet vardı. Yatakhaneler öyle 5-10 kişilik değil, uç uca odaların ilavesi ile 40-50 kişilikti. Yatakhanelere ayakkabısız giriliyordu. Temizliği işçilere aitti. Yatak düzgünlüğüne çok önem verilirdi. Örtüler bembeyaz ve ütülü olmalıydı. Kontrolü nöbetçi hoca ve yatakhane başkanı yapardı. Hocalık dönemimde en düzgün yatağa ödül olarak kurdela takardım. Bu uygulama düzenli olmaya teşvik olurdu.
Gece ders çalışmak isteyen öğrenci yatak no, ranza no, kalmak istediği saati bir kağıda yazar, akşam yatmadan önce öğretmenler odasına verir, o kağıt panoya asılırdı. Gece nöbetçi olan hoca o talebeyi bulup ders çalışmaya kaldırırdı. Böyle bir hizmet nerede vardır?
Sabahları yataktan kalkılır, buz gibi havada uzun yol katedilir, sular donmamışsa, akıyorsa abdest alınırdı, tabii ki sıra bekleyerek... Abdest eşyalarıyla sınıfa gelinirdi. Sınıf soğuktu. Kursun bazı bölümlerine kalorifer döşenmiş ama yeterli değildi. Çünkü bina Vakıflar’dan kiralanmıştı, çok fazla restorasyon yapılamamıştı. 
Sınıflar sobalıydı. Soba yanmasa da hizmetli teyze gelene kadar, sobanın etrafında dikilerek psikolojik ısınma sağlanırdı. Bizim sınıfa sıra geldiğinde teyze sobayı yakar, ondan sonra ısınırdık. Mütalaa zili çalar ve herkes yerini alır, ders çalışmaya başlardık.
Soba boruları aynı zamanda ütümüzdü. Başörtülerimizi borularda ütülerdik. Ama bu sırada bazı kazalar olur ve başörtü veya önlükler yanabilirdi. “Kalan sağlar bizimdir!” deyip yanık önlüğü sene sonuna kadar hatta bir sonraki sene de giyerdik.
Sabah uyuyakalıp mütalaa için sınıfa inmeyenler yatakhaneye kilitlenir, ikaz cezası alırdı. Çoğu okulda bugün hâlâ bulunmayan diktafon ve anons sistemimiz vardı. 
Yemeklerimiz, şimdiki çocukların yemediği, beğenmediği, fakat yine şimdiki doktorların sağlıklı deyip öve öve bitiremediği yemeklerdi. İlk yıllar sıraya girer, tabldot alırdık. Sona kalan dona kalır, yemek ya biter ya da soğurdu. 
Masanın öğrenci listesi hemen yanıbaşında duvarda yapışıktı. Yemeğe inmeyen bilinir, aranıp bulunurdu. Yemek ortaya tencere ile gelir, nöbetçi taksimatı yapardı. Ekmek ve yemek bırakmak yasaktı. Kalan ekmekler olmuşsa, nöbetçi hoca yemekhane kapısına dikilir, birer parça geçenlere verir, nimet atılmazdı.
Yemekleri aşçılar pişirir, dağıtımı öğrenciler yapardı. Herhangi bir aksaklıkta şikayet etmek yerine çözüm üretirdik. Yemek kalmadı mı, aç mı kaldın? Aşçı teyzeden ekmek istersin. Vermezlerse çalarsın. Sınıfta soba üzerine kızartıp üzerine yağ sürer, veya Tokatlılar da varsa hep beraber çemen ziyafeti yaparsın. Neticede doyulurdu.
Sınıf ve yatakhanelerde bazen aramalar yapılırdı. Bu, öğrencilerin kabusu idi. Ne aradıklarını bilmiyorduk ama sınıf dolabında yağ ve ekmek bulununca sınıfça azar işitirdik. Kahvaltılarımız şimdiki kahvaltılar gibi değil, gayet sade idi. Ya beyaz peynirle reçel ya da zeytinle reçel olurdu. Çaylar, su ve demin bir arada olduğu, genelde kapağı kaybolmuş, üstten saplı, dışının rengi değişmiş, kocaman, tencere gibi çaydanlıklardaydı. Bardaklar önceden su bardağı idi. Dolayısıyla yıkarken kırılanlar olurdu. Daha sonra çelik bardak kullanıldı.
Şu anki şahsiyetimizi, hayata bakışımızı, elde ettiğimiz dünya görüşümüzü o günlere borçluyuz. Aç kalınca şikayet etmeden nefis terbiyesi yapmamız anlatıldı. İbadet ve duaların toplu olunca daha güzel ve makbul olduğu, her halde ve durumda Allah rızasından taviz verilemeyeceği beyinlerimize nakşolundu, iyi ki de oldu.

Nihayet ‘80 askeri darbesi oldu, öğrenci olayları durdu. Ama 82’de bu sefer de Kenan Evren’in başörtü yasağı ile başörtülü kız öğrenciler okullara alınmıyordu. Kapılardan asker, polis baskısıyla geri çevriliyoruz. Hakaretler, cezalar, uzaklaştırmalar...  1983 eğitim yılında kursu kapattılar.
İdareci olduğum yıllarda talebeleri sabah namazına ilahilerle kaldırırdım. İdare odasından açtığım ilahi sesiyle bütün okul çınlardı. Yatakhanelerden çıkıp abdestini alan öğrencilerin bembeyaz namaz örtüleri ile akın akın mescide gitmeleri, yıllar sonra gördüğüm Arafat’tan Müzdelife’ye, oradan da şeytan taşlamaya giden hacılar gibiydi. Teheccüd namazını anlattığımız günün gecesi, ellerinde namaz eşyalarıyla uyanmış mescide giden öğrenciler, melek gibi görünürdü gözüme.

Kaynak : DünyaBizim
vefa semti, istanbul, turizm, seyahat, geziyorum

Top Post Ad

Below Post Ad